3 Mayıs 2010 Pazartesi

Geçmişteki Gölge - Bölüm 2

Apartmana girdikten sonra fazla ses çıkartmaması için kapıyı yavaşça kapatan İrem, doğruca asansöre yöneldi. Kontrol paneline bakılırsa asansör zemin katta değildi, ama aşağıya doğru geliyordu. İçinden "Kim bilir yine kiminle karşılaşacağım?" diye söylenen İrem, asansörün birinci katta olduğunu fark edince, birkaç adım atarak geriye doğru çekildi.
Kapı açıldıktan sonra, karşısında bir alt katta oturan Defne ve Levent Su çiftinin kızı Bengü'yü buldu. "Seninle karşılaşacağımı tahmin etmiyordum." dedi İrem gülümseyerek. "Nasılsın canım?"
"İyiyim canım. Seni sormalı?"
"Bitkin olmama rağmen keyifliyim."
"Belli oluyor." dedi Bengü. Gözlerini kapatarak başını İrem'i onaylıyormuşçasına hafifçe sallarken gülümseyiverdi. "Hayırdır? Nereden geliyorsun?"
"Sevgilimle birlikteydim. Bugün harika bir hava vardı... Biz de bunu fırsat bilip dışarı çıktık!"
"Çok iyi yapmışsınız! Dışarı çıkıp dolaşmak için gerçekten de harika bir hava vardı. Ben de öğle vakti sahilde şöyle bir yürüyüşe çıktım da, ortalık fazlasıyla cıvıl cıvıldı." dedi Bengü. "Nerelere gittiniz bakayım?"
"İlk olarak Konak Pier'e gittik. Biliyorsun ki orası ilk göz ağrımızdır."
"Bilmez miyim?"
"İşte oradaki kafeteryaya oturduk. İlk çıktığımız gün gittiğimiz kafeteryaya" dedi İrem. Gözünün önüne gelen saçını, eliyle hafifçe kulağının arkasına attıktan sonra devam etti. "Eften püften konulardan konuşurken ister istemez şöyle bir geçmişe doğru dalıp gittik. Tabi benim yine içim sızladı, ama yapabileceğim bir şey yok."
"Anlıyorum..." dedi Bengü, ama sonradan verdiği cevap hiç de hoşuna gitmedi. "Özür dilerim İrem. Anlamam mümkün değil, ama Allah'tan Berkay var. Yoksa..."
"Sorun değil. Neyse, oradan kalktıktan sonra da İnciraltı tarafına geçtik. Sahildeki boş olan banklardan birine oturup epey bir süre denizin sesi eşliğinde şehrin ışıklarını seyrettik." dedi İrem. Çatallaşan sesini düzeltebilmek için hafifçe öksürdü. "Başka da bir şey yapmadık."
"Bakın siz şu işe! Bizim çifte kumrular romantik takılmışlar!"
"Tabi kızım, öyle bir manzara karşısında ne yapmamızı bekliyordun?" dedi İrem gülerek. "O değil de, bir ara öyle bir içim geçti ki az daha uyuyordum."
"Uyusaydın ya! Zaten sevgilinle başbaşasın, ortam da hazır, bıraksaydın ya kendini Berkay'ın kollarına!" dedi Bengü. Hafif bir şekilde İrem'in omzuna vurdu. "Ah İrem! Ah İrem! Senin yerinde ben olacaktım, böyle bir fırsatı asla kaçırmazdım!"
"Onu ben de istedim, ama... Neyse, sen nasılsın? Nereye gidiyordun?"
"Fena değilim. Bildiğin gibiyim işte, değişik bir şey yok." diyerek cevap verdi Bengü. "Bakkala gidiyorum. Alınması gereken birkaç şey varmış."
"Bu saatte açık bakkal bulabilecek misin?"
"Bilmem ki? Şansımı deneyeceğim. Bulabilirsem ne ala, bulamazsam hapı yuttum demektir! Açık bakkal bulana kadar dolaşmam gerekebilir. O da olmazsa, doğruca süpermarkete gitmem gerekecek."
"Hadi bakalım. Seninle geleyim mi?"
"Yok, gerek yok. Zaten bitkinsin. Yolda bayılırsın şimdi, bir de seninle uğraşmayayım..." dedi Bengü. Kendi kendine kıkırdadı. "Bu seferlik eksik ol!"
"İyi bakalım, öyle olsun."
Bengü tam İrem'e veda edecekti ki, aklına son anda bir şey geldi. "Bu arada, sana bir şey söyleyecektim."
"Ne söyleyecektin canım?"
"Bugün, sanırım öğle vaktiydi, ama tam hatırlayamıyorum, üçüncü katta oturan Füsun hanım ile annemin arasında geçen sohbete kulak misafiri oldum."
"Hayırdır? Yine ne konuşuyorlardı?"
"Seninle ilgili..."
"Benimle mi ilgili?"
"Evet."
"Neydi ki konuştukları?"
"Herhalde Füsun hanım Berkay'ı sorun ediyor."
"Ne yapmışız ki sorun etsin?"
"Bir şey yaptığınızdan dolayı değil de, hani ara sıra sana kalmaya geliyor ya?"
"Evet...?"
"Evde ne yapıyormuşsunuz? Bütün mesele bundan ibaret."
"Hadi ya!" dedi İrem. Sinirleri hafiften gerilmişti. "Peki annen ne dedi?"
"Ne desin? Herhangi bir sorun olmadığından; çünkü, aklı başında gençler olduğunuzdan falan bahsetti, ama Füsun hanım pek ikna olmamış olacak ki kendi kendine söylendikten sonra gitti. Neler söylediğini tam anlamadım."
"Her apartmanın mutlaka bir delisi olur, bizimki de öyle görünüyor ki Füsun hanım." dedi İrem. "Yapacak daha iyi bir işi yok mu? Niye benimle bu kadar yakından ilgileniyor? Niye Berkay ile evde yaptıklarımı merak ediyor? Ona ne oluyor?"
"Sesini fazla yükseltme İrem, şimdi duyacak."
"Duysun! O ev benim evim! İçinde ne yapacağıma da ben karar veririm!" dedi İrem. Sesi normalinden fazla yüksek çıkıyordu. "Evin içinde at gibi koşturuyor muyum? Hayır! Bağıra çağıra konuşuyor muyum? Hayır! Apartman sakinleriyle iyi geçiniyor muyum? Evet! Bu zamana kadar ne zaman bir taşkınlık yaptığımızı gördü? Hiçbir zaman! E peki daha ne?"
Bengü, sessiz bir şekilde durup sadece İrem'i dinliyordu.
"Hayatım, tepkim sana değil, biliyorsun, ama sinirlendim. O kadının sürekli benimle uğraşmasından artık bıktım! Yeter!"
"Benim açımdan herhangi bir sorun yok da, durduk yere başını ağrıtmaman için öyle dedim."
"Biliyorum canım, ama bu, bardağı taşıran son damla oldu. Bir ara gidip onunla konuşmaya çalışacağım. Beni daha yakından tanıması için bir fırsat sunmak istiyorum! Eminim seve seve kabul edecektir!"
"Şansını bir dene bakalım." dedi Bengü. Masum bir gülümseme ile İrem'e bakıyordu. "Neyse, ben bakkala gideyim. Dua et de açık bir tane bulabileyim!"
"Umarım bulabilirsin!"
"Sağol canım, görüşürüz."
"Görüşürüz!" dedi İrem ve asansöre binip evinin bulunduğu katın düğmesine bastı.

Sekizinci kata gelen asansörden inen İrem, cebinden çıkarttığı anahtarını otomatik olarak yanan kat ışığının da yardımıyla kullanarak kapısının kilidini açıp evine girdi. İlk yaptığı şey ev telefonuna bakmak oldu. Neyse ki arayan veya mesaj bırakan kimse olmamıştı. Gerçi kim arayacaktı ki? "Düşündüğüm şeye bak..." diye söylendikten sonra azıcık dinlenebilmek için salondaki kanepeye oturdu. Ne kadar bitkin olduğunu o an bir kez daha anladı. Kendisini gün boyu hiçbir şekilde oturamamış gibi yorgun hissediyordu. Oysa ki, gün boyu neredeyse hep oturmuştu. "Herşeye rağmen insanın evi gibisi yok." diye düşündü. Kendisini cennetteymiş gibi huzur dolu hissediyordu. Keyifle gülümsedi. Bir yandan dinlenirken, bir yandan da ne var ne yok diye televizyona bakmaya karar verip kumandayı eline aldı, ama ne var ki, kanallar arasında dolaşırken yorgunluğunun da etkisiyle olduğu yerde sızıp kaldı.

Garip bir his ile uyandı İrem. Sanki birisi onu uyanması için dürtmüş gibi hissediyordu. Birden içi ürperdi. Kendisine gelebilmek için gerindikten sonra şöyle bir etrafına baktı. Beklemediği bir manzara ile karşılaşan İrem, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Uyku sersemi olmasının da etkisiyle bir süre sağlıklı düşünememiş olsa da, kısa bir süre sonra nerede olduğunu anlamasıyla büyük bir şok yaşaması bir olmuştu. Kendi evindeydi, ama salon tamamen boştu. Etrafta eşya adına sadece üzerinde oturmakta olduğu kanepe vardı. Yaşadığı şokun etkisiyle konuşmakta zorlanan İrem, ilk başta evine hırsız girdiğini sanmıştı ki, gözü duvarlara takılınca bu düşüncesinden vazgeçmek zorunda kaldı. Oldukça garip göründüklerini fark etti. Daha önceden böyle değillerdi. Normalinde krem rengindeydiler, ama o an için nedense buzla kaplanmış gibi bembeyaz görünüyorlardı. Bu durum, İrem'in tedirginliğini birazcık daha arttırdı. Titrek bir sesle "Burada neler oluyor?" diye fısıldadı, ama alacağı cevap onu pek ikna etmeyecekmiş gibi görünüyordu. En azından şimdilik...
Yerinden kalkıp yavaş adımlarla tam karşısındaki duvara doğru gitti. Dokunup dokunmamak arasında kararsız kalmıştı; çünkü, tedirgindi, ama bir yandan da ne olduğunu merak ediyordu. En sonunda merakına yenik düşüp dokunmayı seçti. Öyle görünüyor ki, duvarlar ne olduğu bilmediği bir malzemeden yapılmaydı. Eliyle kapı çalar gibi vurduğunda duyduğu ses, banyosundaki fayanslardan çıkan ses ile aynıydı, ama duvarlar hiç de seramikten yapılma gibi görünmüyordu. Bu arada, banyo tarafından geldiğini tahmin ettiği bir ses duydu. Nereden geldiğini öğrenebilmek için koridoru takip etmeye başlayan İrem'in gözüne çarpan ilk şey, banyo haricinde koridorda başka hiçbir odanın bulunmadığıydı.
"Umarım mantıklı bir açıklaması vardır..." diye fısıldadıktan sonra kendinden emin olmaya çalıştığı adımlarıyla banyoya doğru yaklaştı. Salon ve banyo haricinde girebileceği başka bir oda olmadığına göre, ses banyodan gelmişti. Derinden bir nefes alıp "Ne olacaksa olsun..." dedikten sonra cesaretle karışık korku ile başını banyodan içeri uzattı. Karşılaştığı manzara yüreğini ağzına getirmişti. Her ne kadar ilk başta halüsinasyon olduğunu düşünse de, halüsinasyon olamayacak kadar gerçekçi olduğunun farkına varması fazla uzun sürmedi. İçeride Cemre vardı. Bunun bir şaka olduğunu düşünüyordu İrem, ama sesin kaynağı Cemre'ye aitti! Gördüğüne inanamaz bir şekilde "Cemre...? Başın... Ne oldu?" diye fısıldadı. Sözcükler boğazında düğümleniyor, bir türlü konuşamıyordu. Bu esnada, gözü tekrar Cemre'nin başına takıldı. Bir gariplik vardı. Öyle ki, Cemre'nin kafasıyla vücudu doksan derecelik bir açı oluşturuyordu. O kadar tuhaflık üstüne bir de bu eklenince İrem'in kafası tümden karıştı. Nereden başlaması gerektiği veya ne sorması gerektiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Büyük bir şaşkınlık yaşıyordu. Bu sırada, Cemre de İrem'e doğru döndü. Gözlerine bakıp şöyle bir tepeden tırnağa süzdükten sonra yaptığı işi bıraktı. Hiçbir şey söylemeden üzerine doğru yürümeye başladı. Korkudan paniğe kapılan İrem, birkaç adım geriledi, ama öyle görünüyor ki birkaç adım ile kalmaması gerekiyordu; çünkü, Cemre'nin pek durmaya niyeti yoktu.
"Cemre!" diye seslendi İrem. "Burada ne arıyorsun? Burada ne yapıyorsun? Boynuna ne oldu?"
Cemre ise hiçbir şey söylemeden sadece İrem'in üzerine doğru yürüyordu. Gözlerindeki ifadeye bakılırsa, İrem'i yakaladığı anda hiç de iyi şeyler yapmayacaktı.
"Beni duyuyor musun? Hey! Soruma cevap ver!"
Cemre, hiçbir şekilde İrem'in söylediklerine kulak vermeden, sadece yürüyordu. Kafasındaki tek düşünce ise İrem'i bir an evvel yakalamaktı.
Birlikte salona kadar geri geldiler.
İrem, kaçabileceği başka hiçbir yer olmadığını fark etti. Yapabileceği tek şeyin duvara yaslanıp olacakları izlemek olduğuna karar verdi. Sadece Cemre'yi izliyor, ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyordu.
Cemre ise vücuduna göre doksan derece yatay duran kafası ile ağır aksak yürüyerek İrem'e doğru yaklaşıyordu. Öfke bürümüş olan gözlerini tamamıyla ona odaklamıştı ki, hafif bir denge kaybı ile kafası vücudundan ayrılıp yere düştü. Kafası düşer düşmez ellerini kullanarak kafasını aramaya başladı Cemre, ama ne yaparsa yapsın bir türlü bulamıyordu.
İrem, Cemre'nin düştüğü bu durum karşısında daha da bir dehşete kapılmıştı. Her ne kadar Cemre o an için İrem ile ilgilenmiyor olsa da, İrem kendisini deli gömleğiyle bağlanmış gibi hissettiği için herhangi bir hamle yapamıyordu. "Cemre! Artık yeter! Beni tanımıyor musun? Ben İrem'im! Senin kardeşinim!" diye bağırdı. Elini kolunu halen hareket ettiremiyor, düşünmeyi bile beceremiyordu. Sadece bağırabiliyordu... Bu arada, Cemre'nin eklemleri de daha fazla dayanamaz oldu. İlk önce sol bacağı, ardından da sağ bacağı kalçasından koptu. Dengesi tamamen bozulan Cemre'nin yüz üstü düşmesiyle birlikte tüm vücudu, İrem'in gözlerinin önünde porselen bir vazo gibi paramparça oldu.
Sıçrayarak uyanan İrem, kendisine gelir gelmez şöyle bir salona baktı. Neyse ki eskisi gibiydi. Gördüğünün bir kabus olduğundan emin olduktan sonra rahatlar gibi olmuştu ki, sol kolunda hafif bir serinlik hissetmeye başladı. Ne olduğuna bakmak için başını çevirdiği anda Cemre ile burun buruna geldi.
"Benden kurtulabileceğini mi sandın?"
Cemre'nin bu sözleri İrem'in kulaklarında defalarca yankılandı. Gördüğünün bir halisünasyon olup olmadığı konusunda kararsız kalmıştı. Öylesine gerçekçi görünüyordu ki, elini uzatsa dokunabilecekmiş gibiydi. Korkudan çığlık atarak yerinden kalkan İrem, arkasını döndüğü anda Cemre'nin yerinde olmadığını gördü. Bu da mı bir kabustu? Cemre yerinde olmadığına göre, evet, bu da kısa süreli bir kabus olarak geçmişte kalmıştı. Derin bir nefes aldıktan sonra tekrar kanepeye oturdu İrem. Sakinleşmeye çalışıyordu. Bir süre boş boş yere baktı. Hiçbir şey düşünmek veya yapmak istemiyordu. Tek istediği sakinleşebilmekti. Gördüğü kabusun gerçekçiliği yüreğini yeterince ağzına getirmişti. Bir süre öylece oturan İrem, başını kaldırıp televizyona baktığında karlanma yaptığını fark etti. Amaçsızca gülümsedikten sonra, herşeyi unutabilmek için yatmaya karar vermişti ki, Berkay'ın arayacağını hatırladı, ama ne var ki pek konuşacak hali yoktu. Telefonundan Berkay'a mesaj yolladı. Çok yorgun olduğunu, konuşacak hali olmadığını ve sabahtan onu arayacağını bildirdi. Ardından da televizyonu ve salonun ışığını kapatıp üzerini değiştirmek için yatak odasına gitti. Hem odasının havasız kalmış olmasından, hem de gece rahat uyumak istediğinden dolayı ilk işi pencereyi açmak oldu. İçeri gelen serin hava ona mutluluk vermişti. Kısa bir süre pencereden dışarıya baktı. Hayat hiç durmaksızın devam ediyordu. Apartmanın önünden geçen iki sevgilinin gülüşmelerini duydu. Hoşuna gitmişti. Aklına Berkay geldi, ama tam bu sırada, hala müşteri bulmak için kornaya basan taksi şoförü, müşteri bulmayı başarmış mıydı bilinmez, ama o duygusal atmosferi berbat etmeyi başarmıştı. "Taksici işte ne olacak..." diye söylendi İrem. Pencerenin önünden çekildikten sonra da kendisini bir külçe gibi yatağa bıraktı. Anlaşılan o ki, bu gece yattığı yeri beğenecekti. Tenini okşayan o tatlı esinti ile rüyalar alemine daldı.

Gözlerini açtığı anda, neresi olduğunu bilmediği bir yerde yattığını fark etti. Tüylerini ürperten soğuk hava tüm bedenini kaplamıştı. Fazlasıyla üşüyordu. Nerede olduğu anlamak için etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Tahmini olarak Karşıyaka İskelesi'ne yakın bir yerdeydi. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Şehir sanki yıllar önce terk edilmiş gibi bir izlenim yaratıyordu. Yoldan geçen ne bir araba, ne de bir insan vardı. Huzursuzluk veren bir ölüm sessizliği hakimdi. Her ne kadar etrafta herhangi bir ışık kaynağı olmasa da, ortamdaki nesneler birazcık olsun seçilebiliyordu. O esnada hafiften esen bir rüzgar ile sürüklenen yaprakların çıkarttığı ses, İrem'in tüylerini de diken diken etti. Neden özellikle orada yatmakta olduğunu anlamaya çalışıyordu ki, tam karşısında duran ve İzmir'in ilk yıllarından bu yana ayakta kalmayı başarabilmiş olan o evi, sakin, sessiz ve binaların arasında olmasına rağmen tamamıyla yalnızlığa terk edilmiş bir durumda olan ve önünden gelip geçerken her seferinde İrem'in kendisini bir tuhaf hissettiği o eski evi gördü. Yerden yavaşça kalktı. Eve doğru yürümeye başladı.
Önüne geldiğinde, bahçeye girmek kullanılan çift kanatlı demir kapının, bir zincir yardımıyla bağlanmış olduğunu fark etti. Kafasını kaldırıp evi dikkatlice incelemeye başladı. Bunca yıl nasıl ayakta kalabildiğine hayret ediyordu. Öylesine döküntü bir hali vardı ki, hafif bir üfleme ile iskambil kağıtlarından oluşma bir kule gibi yıkılabilirdi. Hafiften esen rüzgarın evin duvarlarını yaladığı sırada duyulan uğultu, sanki İrem'i eve çağırıyor gibiydi, ama eve girebilmesi için öncelikle bahçeye girmesi lazımdı. Karşısında duran çift kanatlı demir kapıyı incelemeye başladı. İçinden geçebileceği ufak bir boşluk bulması yeterliydi. Neyse ki kapının alt tarafında sığabileceği kadar bir boşluk olduğunu gördü. Birazcık uğraştıktan sonra da içeri girmeyi başardı.
Yerden kalkıp üstünü başını bir güzel silkeledi. Başını kaldırıp eve tekrar baktı. Ev, artık daha heybetli ve daha karanlık görünüyordu. Yavaş adımlarla yaklaşmaya başladı. Korka korka merdivenlerinden çıkıp giriş kapısının önüne geldi. Açmaya çalışmadan önce kafasını sol tarafa doğru çevirip bahçenin arka tarafına doğru giden yola baktı. Arka bahçede de ne olduğunu merak ediyordu, ama elinde herhangi bir ışık kaynağı olmadığı için gitmeye pek cesaret edemiyordu. Tekrar kapıya baktı. Elini belli belirsiz bir şekilde uzatıp açmayı denedi. Kapı kilitli değildi. Birazcık ittirdi. İçeri doğru dikkatlice bakıp bir şeyler görmeye çalıştı. Ne var ki, içerisi de en az dışarısı kadar karanlık olduğundan dolayı pek bir şey görünmüyordu. En azından İrem göremedi, ama karanlığın derinliklerinden gelen o belli belirsiz ışık hüzmesini zor da olsa fark ediyordu. Bir an için takip edildiği hissine kapılarak arkasını döndü. Etrafta hareket eden hiçbir şey yoktu. Ortalık oldukça sessizdi. Bu durum, İrem'i fazlasıyla rahatsız ediyordu. Bahçenin arka tarafına giden yola tekrar baktı. Dikkatini çeken tek şey, esintinin birazcık artmış olduğuydu. Öyle ki, sanki evin önünden bir nehir akıyor gibiydi. Kapıya son kez baktı. Rahatça geçebileceği kadar aralayıp içeriye doğru süzüldü.
Evin içi son derece kasvetliydi. Öyle ki, iç boğucu atmosferini destekleyen o eski ve tozlu duvarlar sanki İrem'in üstüne üstüne geliyormuş gibi oluyordu. Bir adım bile atamadan ruhumun daraldığını sonuna kadar hissedebiliyordu. Elinde herhangi bir ışık kaynağı olmadığından dolayı bir yandan bastığı yere dikkat ederek yürümeye çalışırken, bir yandan da nereden geldiğini bilmediği tuhaf uğultular duyuyordu. Aynı korku filmlerindeki gibiydi. Sanki her an bir saldırıya uğrayacakmış gibi hissediyordu. Bu durum kendisini fazlasıyla korkutuyordu İrem'i, ama geri dönmeye de hiç niyeti yoktu. Sonunda hayatına mal olacak olsa da her türlü maceraya atılmayı seviyordu. Hiçbir şeye aldırış etmeden yürümeye devam edip ışığa doğru gitti İrem. Işığın kaynağı bir odadaydı. İlk bakışta her şey normal gibi görünüyor olsa da, bir tuhaflık olduğunu fark etmesi hiç de uzun sürmedi. Işığın kaynağı, herhangi bir lamba veya ona benzer bir şey değildi, pencereden içeri giren güneş ışığıydı! Yanılıyor olduğunu düşünüyordu; çünkü, dışarısının zifiri karanlık olduğunu biliyordu. Emindi. Öyleydi, ama her şey öylesine gerçekçiydi ki hayrete düşmemek elde değildi. Ne diyeceğini bilemiyordu İrem. Kelimeler boğazına takılmıştı. Bu arada, odanın içerisindeki iki yatak gözüne takıldı. Bir tanesi, tam odanın girişine yakın bir yerdeydi ve boştu. Örtüsü de hiç bozulmamıştı, ama diğeri, pencerenin sağ tarafında ve dip köşedeydi. Öteki yatağın aksine, bunun üzerinde yatan biri vardı. Muhtemelen İrem'in tanımadığı biriydi. Dikkatini o tarafa yönelttiğinde, yatakta yatan kişinin gençten bir kız olduğunu gördü. Kendisiyle hemen hemen aynı yaşlarda olduğunu düşünüyordu. Zira çocuk denecek bir görüntüsü yoktu. Yüzü duvara dönüktü. Belli ki üşüyordu; çünkü kıvrılmış bir vaziyette yatıyordu. Kıza yaklaşmak için belli belirsiz bir hamle yapmaya çalıştığı sırada, "Bunca zamandır seni bekliyordum... En sonunda geldin." diyen garip bir ses duydu İrem.

Sanki uzunca bir süredir nefesini tutuyormuşçasına nefes nefese uyandı. Terden sırılsıklam olmuştu. Kalbi de göğüs kafesini parçalayıp dışarı fırlayacakmışçasına hızlı hızlı atıyordu. Kafasını kaldırıp sağına soluna şöyle bir bakana kadar durumundan pek emin olamamıştı İrem. Halen kabus mu görüyordu? Yoksa uyanmış mıydı? Görünen o ki kendi evindeydi. Rahatlamak için başını yastığa geri koyar koymaz telaş içinde yataktan kalktı. Cep telefonuna sarıldığı gibi Berkay'ı aradı, ama ne yazık ki telefonu kapalıydı. Ev telefonunu çaldırmak zorunda kaldı. Numarayı çevirdikten sonra beklemeye başladı. Telefon uzun uzun çalarken, tam İrem'in kapatmaya karar verdiği sırada biri telefona cevap verdi. Hattın öteki ucunda Berkay'ın olmasını umarak, meraklı bir ses tonuyla "Alo...?" dedi.
"Alo...? Kimsiniz?"
"Benim, İrem." dedikten sonra bir süre durdu. "Berkay? Sen misin canım?"
"Üzgünüm..." dedi Berkay. "Uyku sersemi olduğumdan ilk anda sesini alamadım. Evet canım, benim. Ne oldu bu saatte?"
"Önemli değil... Rahatsız ettiğim için üzgünüm."
"Sorun değil. Hayırdır? Bu saatte aramazdın?"
"Biliyorum, ama önemli bir konu var." dedi İrem. Sinirden sesi titriyordu. "En azından benim için önemli."
"Nedir?"
"Telefonda anlatamam. Buraya gelmen lazım."
"Bu saatte mi?"
"Evet." dedikten sonra devam etti İrem. "Önemli bir şey olmasa bu saatte aramazdım, ama yardımına ihtiyacım var."
"Pekala..." dedi Berkay. İrem'in sesindeki ciddiyete bakılırsa kurtuluşu yoktu. "Hemen çıkıp geliyorum."
"Sana minnettarım. Bekliyorum. Çabuk gel, ama dikkatli ol. " dedi İrem. Telefonu kapattıktan sonra Berkay'ın gelişini beklemeye koyuldu.

Elini yüzünü yıkayıp kendine gelmek için banyoya gitti İrem. Işığı açmasıyla gözlerinin kamaşması bir olmuştu. Gözlerinin ışığa alışabilmesi için bir süre bekledikten sonra lavaboya yönelip yüzünü yıkmaya başladı. Nasıl göründüğüne bakmak için kafasını kaldırdığı anda, aynadaki tuhaflığı fark etti. Neredeyse boydan boya çatlamıştı. Elini uzatıp aynaya dokunmak istedi, ama korkuyordu; çünkü, her ne kadar aynanın çatlamasının batıl bir inanç olduğunu biliyor olsa da, yine de içine bir kuşku düşmüştü. O an için yapabileceği başka bir şey olmadığı için kendisine bir kahve yapıp balkona çıktı. Berkay'ı beklemeye koyuldu.

Çok geçmeden Berkay'ın arabası apartmanın önüne yanaştı.
Sevgilisini balkondan seyretmekte olan İrem, Berkay'ın arabadan inip apartmana girişini gördükten sonra kapıyı açabilmek için içeri girdi.
Asansörün sekizinci kata gelişini duyar duymaz evin kapısını açtı. Açar açmaz da Berkay'ı tam karşısında bulduğu gibi boynuna sarılıp evin içine doğru hızla çekti.
"En sonunda gelebildin!" dedi. Bir kolu halen Berkay'a sımsıkı sarılıyken, diğer eliyle de kapıyı hızla ittirip kapattı. "Gözlerim yollarda kaldı!"
"Şansıma yollar boştu. Ben de bir an evvel gelebileyim diye gazı kökledim. 'Şekil A'da görüldüğü gibi buradayım." dedikten sonra İrem'e baktığında, meraklı bir şekilde kendisini dinlemekte olduğunu gördü. "Fazla geç kalmadım değil mi?"
"Hayır canım, kalmadın. Hatta beklediğimden bile erken geldin." dedi İrem. "Seni seviyorum."
"Ben de seni seviyorum."
Gözlerindeki o hayranlık dolu bakışlarla Berkay'ın gözlerinin içine bakıyordu İrem. "Ne kadar şanslıyım biliyor musun?"
"Hiç şüphem yok."
"E bozdun bütün romantizmi! Ne güzel havaya girmiştim oysa ki!" dedi İrem. "Neyse. Sana da kahve yapayım mı? İster misin?"
"Beni bu saatte kahve içmek için çağırmış olamazsın değil mi?"
"Saçmalamazsan iyi olacak. Biliyorsun değil mi?" dedikten sonra sorusunu tekrarladı İrem. "Kahve istiyor musun?"
"Şu an kahve içmek istediğimden pek emin değilim. Onun yerine meyve suyu varsa içebilirim."
"Dolapta olacaktı." dedi İrem ve salona doğru gitti. "Gerçi yanılmıyorsam dün sabah son kalan kutuyu da bitirmiştim, ama sen yine de bir bak."
Berkay, buzdolabının kapağını açıp şöyle bir içine baktı. En alttaki gözün dibinde bir kutu meyve suyu duruyordu. "Yanılmışsın... Halen bir kutu var! Tam bir bardak çıkar mı bilmiyorum, ama sonuçta var mı? Var!"
"Şansın varmış!" diyerek cevap verdi İrem. "Gerçi benimle birlikte olan biri nasıl şanslı olmasın ki?"
"Tabi ya... Ne demezsin!"
"Ne dedin sen?" diye sordu İrem. Seri adımlarla mutfağın kapısına kadar gelmişti. "Ne dedin? Duymadım!"
"Önemli bir şey değil... Kendi kendime söylenip durdum." dedi Berkay. Seçtiği bardağa meyve suyunu doldururken bir taraftan da İrem'e bakıyordu. "Hayırdır? Ne oldu? Umarım bahsedeceğin şey gelmeme değecek kadar önemlidir."
"Bir süredir tekrar tekrar gördüğüm bir rüya vardı. Hatırlıyor musun?"
"Sahildeki eski ev ile ilgili olan değil mi? Hani şu hep aynı şekilde başlayıp hep aynı şekilde biten?"
İrem, başını sallayarak Berkay'ı onayladı. "Evet, işte o rüyadan bahsediyorum."
"Dur tahmin edeyim... O rüyayı tekrar gördün?"
İrem, yine başını sallayarak Berkay'ı onayladı. "Evet, tekrar gördüm. Yalnız bu seferki son derece gerçekçiydi. Sanki o evin içine gerçekten girmişim de, sonrasında buraya, yani kendi evime dönüp uyanmışım gibi hissettim."
"Peki bunun, benim buraya gelmem ile alakası nedir?" diye sordu Berkay. Tam meyve suyundan bir yudum alacaktı ki, İrem ile göz göze geldi. "Hayır... Bu bakışlarını hiç beğenmedim! Muhtemelen tahmin ettiğim şeyi düşünüyorsun."
"Alakası şu ki, ben o eve girmek, içinde nelerin olduğunu görmek istiyorum. Başlarda hiç de aldırış etmemiştim, biliyorsun, ama aynı rüyayı tekrar tekrar gördükten sonra meraklanmaya başladım."
"İşte ben de bundan bahsediyordum." dedi Berkay. Elindeki bardağı bankonun üzerine koydu. "Olur, gireriz, ama öncelikle evin bitişiğindeki kafeteryanın sahibiyle bir konuşalım. En azından o evin içini görebilmek için kimden veya kimlerden izin alabileceğimizi öğreniriz. İzin verirlerse de gireriz."
"Hayır, ben şimdi gitmek istiyorum."
"Ne? Şimdi mi? Hayatım şaka mı yapıyorsun?"
"Ciddiyim..."
"İyi de... Dinle..." dedi Berkay. Gözünün ucuyla saatine bir baktı. "Herşeyden önce gecenin üçü oldu. Sonrasında, eğer izinsiz bir şekilde o eve girerken yakalanırsak ne olacak?"
"Bilmem ki?"
"Hayatım..." diyerek devam etti Berkay. Bu arada, elini de İrem'in alnına koydu. "Hmmm... Ateşin yok. Gayet iyisin."
"Tabi ki de iyiyim!" dedi İrem. Heyecandan yerinde duramaz bir haldeydi. "Ne olursa olsun yanımda olacağını, bana daima destek çıkacağını söyler durursun. Ben de işte tam şu anda senden o vaad ettiğin desteği istiyorum. Geliyor musun?"
"Ne desem bilmiyorum ki?" diye söylendi Berkay. Birazcık düşünmeye çalıştı, ama sonradan vazgeçti; çünkü, İrem'i ikna edemeyeceğini biliyordu. Boşuna uğraşmanın bir anlamı yoktu. "Pekala... Yapacak bir şey yok. Hadi gidelim."
Aldığı cevaba fazlasıyla sevinen İrem, Berkay'ın boynuna sarıldı. "Bana destek çıkacağını biliyordum!" dedikten sonra da üstünü başını değiştirebilmek için doğruca yatak odasına koştu.
Berkay ise ayakkabılarını giyebilmek için kapıya doğru yöneldi.
Evi iyice bir kontrol ettikten sonra da kapıyı kilitleyip çıktılar.

29 Nisan 2010 Perşembe

Geçmişteki Gölge - Bölüm 1

Açık olan pencereden usulca girip İrem'in yüzünü belli belirsiz bir şekilde okşayan o tatlı esinti, mükemmel bir günün ilk habercisi gibiydi. Bunaltıcı bir yaz gecesinin sabahında insanın en çok isteyebileceği şey, tenini ürpertmeyecek şekilde okşayan hoş bir esinti ile uyanmaktır. Eğer İzmir'de yaşıyorsanız, yaz mevsiminin nasıl geçtiğini de biliyorsunuz demektir. Nem oranının fazla olmasından dolayı özellikle de öğlen vaktilerinde her an buharlaşacağınızı düşünebilirsiniz, ancak neyse ki o gün hava bu konuda biraz insaflı davranacağa benziyordu.
Yine her zamanki gibi kalkıp okula gitmesi gerektiğini düşünen İrem'in, aslında o günün haftasonu olduğunun ve hayatının anlamı olan biricik sevgilisi Berkay ile buluşacağının farkına varması çok sürmedi. Keyfi hemen yerine geldi. Saatin kaç olduğunu öğrenebilmek için başucundaki saate baktı: 11:28'i gösteriyordu. İyice bir gerindikten sonra ayağa kalktı. Pencereye doğru yaklaştı. Sıcak iklimin, sıcak, kavgayı da sevinci de coşku dolu yaşayan insanların şehriydi İzmir. Bu şehrin havasını soluyan insan, tüm duyularıyla bu şehirde yaşayabileceğini anlardı. Güneşin denizden battığı, geceleri bir elmas gibi ışıl ışıl parlayan bu şehir, ışıklarının vurduğu körfezin ay ışığı altında bir inci gibiydi. Zamanında bir çok farklı kültüre ev sahipliği yaptığı için, bu kültürlerin bıraktığı izlerle gizemli bir hale gelmişti. Kimler yaşamıştı bu sokaklarda, bu evlerde... Sokaklarında dolaşırken, bazen hiç ummadığı güzelliklerle karşılaşır, daha önceden hiç yaşamadığı duyguları yaşardı insan. Bu şehirde yaşamaktan mutluydu. Pencereden bakarken bir anda gelip geçiverdi bu düşünceler kafasından. Dışarıda oldukça net bir hava vardı. Öyle ki, gökyüzü hiç olmadığı kadar mavi görünüyor, karşı taraftaki dağlar da net olarak seçilebiliyordu. Bu da demek oluyordu ki, nem oranı fazla değildi. Son derece mükemmel bir günün onları beklediğini tahmin edebilmek zor değildi. Yatağını şöyle bir düzelttikten sonra yüzünü yıkayıp kendisine gelebilmek için banyoya doğru gitti.

Banyodaki aynanın önüne geldiği anda, birden gözlerindeki o canlılığı fark etti. Elmas gibi ışıl ışıl parlıyorlardı. Anlaşılan o ki, dışarıdaki o mükemmel hava gözlerine de yansımıştı. Yüzünü güzelce yıkayıp rahatladıktan sonra havluyla kurularken gözü tekrardan aynaya ilişti. Kendisini şöyle bir incelemeye başladı. Dudaklarının belli belirsiz yukarı dönük kıvrımına, burnunun bir ressamın elinden çıkmış gibi olan düzgünlüğüne ve çenesinin belirgin pürüzsüzlüğüne her açıdan baktı. Tuhaf, ama mükemmel bir uyumla birbirlerini tamamlayışlarını fark etti. Kendisini pek beğenen biri değildi İrem, ancak her nedense o an için aynaya yansıyan görüntüsüne hayran kaldı. Havluyu yerine astıktan sonra eline tarağını aldı. Birbirlerine dolanmış olan küt kesim saçlarını da şöyle bir tarayıp at kuyruğu yaptıktan sonra, tokayla güzelce tutturdu. Nasıl göründüğüne karar verebilmek için tekrar aynaya baktı. "Sonunda insana benzedin, İrem." diye söylendi. Saçlarını at kuyruğu yaptığında, Berkay'a göz zevki yaşatacak bir görünüme kavuştuğunu biliyordu. İstediği de buydu; çünkü, sevgilisinin ona bakarken göz zevki yaşaması son derece hoşuna gidiyordu. Aynı şekilde bugün de Berkay'ı etkilemek istiyordu. Onun için yapacağı herşeyi hak ediyordu! O bir taneydi!

Bu düşüncelerle banyodan çıktıktan sonra kalbinin deli gibi attığını, ellerinin de titrediğini fark etti. Berkay'ı düşünmek bile heyecanlanmasına yetiyordu. Ona deliler gibi aşıktı. Aklından bir an olsun çıkartamıyordu. Nereye baksa onun yüzünü görüyor, ne zaman konuşsa onun sesini duyuyor gibi oluyordu. Denilen doğruydu. İnsan aşık olunca, kalbi beyninin bir adım önüne geçiyor, zaman zaman mantıklı düşünememesine neden oluyordu, ama şimdi düşünmenin sırası değildi. Bir an evvel kahvaltısını yapıp evden çıkması gerekiyordu. Yalnız, dışarıda dolaşırlarken de bir şeyler yiyeceklerini hesaba katacak olursa, aslında çok da fazla bir şey yemeyi istemedi. Aksi takdir de, Berkay yerken İrem ona bakacak ve durum böyle olunca da lokmalar Berkay'ın boğazında takılıp kalacaktı. İrem de bunu istemiyordu. Şöyle bir buzdolabına baktı, ama o an için pek de hoşuna giden bir şey göremedi. Küçük bir parça ekmeğin içine birazcık tulum peyniri tıkıştırdıktan sonra yanına bir bardak da meyve suyu alıp balkona doğru yöneldi.
Tam televizyonun önünden geçtiği sırada, duvara asılı duran resme gözü takıldı. Sanki ilk defa görmüş gibi dikkatli bir şekilde baktıktan sonra iki elinde tuttuğu meyve suyu dolu bardak ile ekmeği hemen yanındaki sehpaya bıraktı. Akabinde tekrar resme döndü. Uzanıp çerçeveye dokundu. Kardeşi Cemre ile birlikte poz verdikleri belki de en güzel resimdi. Birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı. Cemre, başını İrem'in göğsüne dayamıştı. İkisi de gülümseyerek objektife doğru bakıyorlardı. Resmin yarattığı o özlem İrem'in değişik duygulara kapılmasına neden oldu. Gözlerini usulca kapattı. O an için her şey anlamını yitirmiş, benliği onu terk edip Cemre'nin peşinden gitmeye karar vermişti. Bu kararın neticesinde meydana gelen o karanlık ve dibi görünmeyen, ama derin olduğundan emin olduğu boşluk ise İrem'i adeta yutmuştu. İç sesinin "İşte gidiyorum... Yakala beni; çünkü düşüyorum! Kalbinin derinliklerinde kayboluyorum!" diye bağırdığını duyar gibiydi. Nereye doğru gittiğini bilmiyordu, ama son hızla düşmekte olduğunun farkındaydı. Peki bu gerçekten bir düşüş müydü, yoksa Cemre'nin peşinden giden benliğinin telepatik yolla gönderdiği bir işaret miydi? Bilmiyordu...
Kalbinin derinliklerinde kopan belirsizliklerle süslü o iç karartıcı fırtınaların içine sürüklenmeye başladığı sırada duyduğu bir ses, İrem'i o atmosferden çekip çıkarttı.
Şöyle bir etrafına baktı... Halen evindeydi. Balkon kapısının tam önünde sanki bir bostan korkuluğuymuş gibi durmakta olduğunu fark etti. Görünüşe göre her şey normaldi, ama bir şaşkınlık yaşıyordu. Bu esnada, duyduğu sesin cep telefonuna ait olduğunu anladı. Israrla çalmaya devam ediyordu. Arayan kişiyi her kim ise daha fazla bekletmemek için hızlı adımlarla mutfağa doğru yöneldi. Aramakta olan kişi Berkay'dı. Ne için aradığını merak ediyordu.
"Efendim hayatım?"
"Tam kapatıyordum ki, iyi bir zamanlama ile cevap verdin. Eğer ulaşamasaydım pek hoş şeyler olmayacaktı!" dedi Berkay gülerek. "Hayırdır? İşinden alıkoymadım ya?"
"Balkondaydım. Dışarının gürültüsünden dolayı telefonun sesini zor duydum." dedi İrem. O da Berkay gibi gülüyordu. "Fazla çaldırmadın değil mi?"
"Pek değil... Nereden baksan en fazla yarım saat uğraşmışımdır."
"Hayatım..."
"Efendim canım?"
"Birazcık abartmadın mı?"
"Öyle mi oldu?"
"Bilmem ki..." diye cevap verdi İrem. Gülmemek için kendisini zor tutuyordu. "Mesela ben balkona çıkalı en fazla on dakika olmuştur!"
"Hadi ya..."
"Maalesef! Bir de bana diyorsun 'her şeyi abartırsın' diye, ama sanırım bu sefer seni pek geçemeyeceğim gibi görünüyor!"
"İyi, hadi bu seferlik bir değişiklik olsun."
"Terbiyesiz!" dedi İrem. Gülümsemekten ağzı kulaklarına varmıştı. "Haksızlık ediyorsun! Ne zaman gördün abarttığımı?"
"Hangi birini sayayım?" dedi Berkay. İrem'in ses tonundan ağzının kulaklarına vardığını anladığı gibi kendi ağzı da kulaklarına varmıştı. Öyle ki, Cemre'nin ölümünden bu yana İrem'in yaşadığı çalkantılı dönemden ve 'Tanıştığımızdan bu yana onu hiç bu kadar kötü görmemiştim... İçten içe intihara doğru meyillenmiş bile olabilir!' diye düşündüğü zamanlardan sonra sevgilisini bu denli neşeli görmesi, kendi neşesini de artırıyordu. İrem'in o dönemi yavaş yavaş atlatmaya başlamış olabileceğini düşünüyordu. Hele hele haftada iki gün psikiyatra gittiğini aklına getirecek olursa, yüzünü iyimser bir ifade kaplıyordu, ama yine de emin değildi. İçinden bir ses, bu konuda bir açık kapı bırakmasını söylüyordu. "Neyse. Ne diyeceğim biliyor musun?"
"Sen söylemeden nasıl bilebilirim?"
"Of İrem ya... Pes ediyorum! Seninle hayatta laf yarışına girilmez!"
"Yeni mi anladın bebeğim?"
"Hayır, zaten biliyordum." dedi Berkay. "Neyse. Beş veya on dakika içinde evden çıkacağım. Muhtemelen iki saat sonra evinin önünde olurum. İki ayağını bir pabuca soktuğum için tüm gün başımın etini yeme diye haber vereyim dedim. İyi yapmış mıyım?"
"Aşkolsun Berkay! Konuşmamızı duyan biri olsa, beni, partiye gitmeden önce ayna karşısında saatlerce süslenen kızlardan biri sanacak..."
"Duyan olmayacağından dolayı sorun yok."
"Diyorsun...?"
"Çoktan dedim bile!" diyerek cevap verdi Berkay. "Neyse. Yarım saat sonra oradayım."
"Peki bakalım..." dedi İrem. Sesinde memnuniyet havası vardı. "O zaman ben de hazırlanayım. Yarım saat sonra görüşürüz hayatım, öptüm."
"Ben de seni öptüm!"
İrem, telefonu kapattıktan sonra kalbinin heyecanlı bir şekilde attığını fark etti. Bir süre öylece durdu. Hoşuna gitmişti. "Hayatıma nasıl da girdin... " diyerek gülümsedikten sonra üzerini değiştirebilmek için doğruca yatak odasına koştu.

Giysi dolabını dikkatlice incelerken ne giyeceğine karar veremiyor gibi olsa da, biraz düşünüp üzerinde kıyafet denemeleri yaptıktan sonra siyah tuniğinde karar kıldı.
Kısa süren bir üst baş değişimi ile neredeyse hazır olmuştu ki, kapı zili çaldı. En sevdiği parfümünü de sıktıktan sonra kapıya doğru gitti İrem. Her zaman yaptığı gibi önce delikten baktı, ama kapının önünde hiç kimse yoktu. Bunun üzerine bir de balkona çıkıp aşağıya baktı. Tahmin ettiği gibi Berkay apartmanın önündeydi. Göz göze geldiler. Birbirlerine gülümsemelerinden sonra İrem eliyle kalp işareti yapıp "Geliyorum!" diye bağırdı.
Evden çıkmak için içeri girdiği sırada sehpanın üzerine bıraktığı meyve suyu dolu bardak ve ekmeği fark etti İrem. "İşe bak... Bunları unutmuşum!" diye söylendi, ama vakti yoktu. Meyve suyunu bir dikişte bitirdikten sonra ekmeği de bir tabağın içine kapatıp buzdolabına attı. Etrafı da genel haliyle şöyle bir kontrol edip açık unuttuğu bir şeyin olmadığından emin olduktan sonra, kapıyı da kilitleyip çıktı.

Apartmandan çıktıktan sonra insanın içini ısıtan o sempatik gülümsemesi ile Berkay'a doğru koşup ona sımsıkı sarıldı.
İrem'in bu içten sarılışı ile Berkay'ın içine huzur dolmuştu.
"Fazla bekletmedim ya?"
"Pek sayılmaz..." diyerek cevap verdi Berkay. "Fazla bir zaman olmadı. Nereden baksan en fazla yarım saat beklemişimdir."
İrem, duyduğuna inanamayan bir yüz ifadesi ile Berkay'a şöyle bir baktıktan sonra başını göğsüne dayayarak sessizce gülmeye başladı. Kendisini bir türlü tutamıyor, güldükçe gülesi geliyordu.
En sonunda bir süre daha güldükten sonra kendisine gelebilen İrem, gözünden akan yaşları dikkatlice sildi. "Hiç güleceğim yoktu." diye fısıldadı. Başını kaldırıp tekrar Berkay'a baktı. "Bak şuna ya... Hayatım, cidden hasta mısın sen?"
Berkay, İrem'in gözlerinin içine bakıyordu. "Evet, cidden hastayım." diyerek cevap verdi. Kolları ile sevgilisini yavaşça sarıverdi. "Sana hastayım!"
Bu cevap üzerine İrem de kollarını yavaşça Berkay'ın boynuna doladı. Bakışlarını ilk önce dudaklarına doğru kaydırdıktan sonra tekrar gözlerine baktı. "Peki... Peki bana ne derecesinde hastasın? Sorabilir miyim?"
"Sorabilirsin tabi ki, ama sözcüklerle sınırlamak isteyeceğimi sanmıyorum. Benden bunu yapmamı bekleme."
"Öyle mi dersin?"
"İster inan, ister inanma, ama kesinlikle öyle..." dedi Berkay kararlı bir ses tonuyla. "Hiç şüphesiz... Kurtulmamak için elimden geleni ardıma koymayacağım bir hastalıksın. Hazinemsin. Hem dış güzelliğinle, hem de iç güzelliklerinle beni büyülüyorsun."
Bu içten, bu samimi sözler karşısında İrem'in tüyleri diken diken olmuş, kalbi de bir kelebek gibi havalanıp kanat çırptıktan sonra doğruca Berkay'ın kalbinin üzerine konmuştu. Büyülenmiş gibi bakıyordu.
Berkay da aynı şekilde büyülenmiş gibi bakıyordu.
Büyük bir memnuniyet ifadesi ile birbirlerine bakıyorlardı. Aynı fikirdeydiler: Aşk... Ne güzel bir duyguydu!
İrem, Berkay'ın dudaklarına kalbinden gelen minik bir öpücük kondurduktan sonra masum bir yüz ifadesini destekleyen tatlı bir fısıltı ile "Hadi arabamıza gidelim..." dedi. "Güzel bir gün bizi bekliyor."
"Bence de... Hadi gidelim."
Yolda giderlerken sahil tarafının cıvıl cıvıl olduğunu gördüler.
El ele tutuşarak dolaşan sevgilileri, koşup oynayan küçük çocukları, ailecek uçurtma uçurmaya çalışanları, köpeğiyle yürüyüşe çıkanları, bisikletlileri, baloncuları, seyyar kuru yemişçileri ve deniz kenarında balık tutmaya çalışan yaşlı bir grup insanı görebilmek mümkündü. Şehrin bu tarafı tam bir karnaval havasındaydı ve insanın içini maksimum enerji ile dolduruyordu.
İkisi de dışarı çıkmak için tam gününü seçtiklerini görünce gülümsediler.
"Peki nereye gidiyoruz?" diye sordu İrem. "Programımız nedir?"
"Bilmiyorum."
"Ne demek 'bilmiyorum' ?"
"Şöyle diyeyim, bu seferki programımız da tamamıyla sana ait olsun." cevabını verdi Berkay. Eliyle İrem'in elini usulca tutup yüzüne gülümsedi. "Hep ben söylüyorum."
"Hmmm... Pekala." dedi İrem. Şöyle bir sahile doğru baktı. Milleti öylesine bir süzdükten sonra tekrar Berkay'a döndü. "O zaman öncelikle Konak Pier'e gidelim. Oradan çıktıktan sonra da İnciraltı tarafına bakarız. Olur mu?"
"Sen söylersin de olmaz mı?"
"Olur! Olmalı! Olacak!" dedi İrem. İçine dolan pozitif enerji, patlama noktasındaydı. "Güzel bir gün bizi bekliyor! Hadi!! Daha neyi bekliyoruz??!!!"
İrem'in bu tezahüratını gören Berkay ise arabasını seri ve artistik bir hareket ile dördüncü vitese geçirerek gaza bastı.
Tam yol Konak Pier'di!
Konak Pier, İrem ve Berkay'ın açısından oldukça önemli bir yere sahipti; çünkü bu ilişkiye başladıkları sırada birlikte gittikleri ilk mekan burası olmuştu.
Berkay'ın İrem'i ilk gördüğü an, dikkatini çekebilmek için verdiği o kadar uğraş ve o kadar uğraşının neticesinde aldığı, o paha biçilemez ödül...
Karataş Lisesi'nde tanışmışlardı.
İrem, sınıf arkadaşlarının, bilhassa kızların o ciddiyetsiz tavırları yüzünden aralarına katılmayı asla istemezdi. Bu nedenle de genelinde kendi kendineydi.
Berkay ise İrem'in tam tersine, sınıfın genelinde aktif rol oynayan bir öğrenciydi. Herkesle mümkün olabildiğince iyi anlaşır, ama İrem'in konumundan haberdar olmasına rağmen ona pek fazla yanaşamazdı. Yine de onda bir farklılık olduğunu biliyordu. En azından öyle düşünüyordu; çünkü, İrem, kendisini sınıfındaki arkadaşlarının genelinden büyük ölçüde soyutluyor, diğer sınıflardan edindiği arkadaşlarıyla bir arada olmayı tercih ediyordu. Bu nedenle de İrem'e karşı bir süre pasif konumda kalmanın en iyisi olacağına karar vermişti Berkay.
Ancak bir süre sonra, İrem'e karşı bir şeyler hissetmeye başladığını fark etti Berkay. Onu görünce ister istemez heyecanlanıyor, dikkatini çekebilmek için göz göze gelmeye çalışıyordu. Bunu başardığında ise, İrem, kafasını bilerek başka tarafa çeviriyor, Berkay ile ilgilenmiyormuş gibi davranıyordu, ama Berkay kararlıydı. Gizliden hissettiği duygularını görmezden gelip vazgeçmeyi düşünmüyordu. Bir şekilde onun kalbini çalacaktı. Peki nasıl?
İrem'i bir süre izleyip bir arada olduğu arkadaşlarıyla tanıştı. Nasıl bir yaklaşımda bulunması gerektiğiyle ilgili taktikleri aldıktan sonra da harekete geçmişti ki, tanışmaları hiç de ummadığı bir şekilde gerçekleşti.
İkisinin de kantine indiği bir ders arasında, İrem, kendisine meyve suyu almak istemiş, ama yanındaki paranın yetersiz olmasından dolayı alamamıştı. Yanındaki paranın yetersiz oluşu sadece meyve suyu alamayacak olması anlamına gelmiyor, aynı zamanda da eve gidişinin de sıkıntılı olacağı anlamına geliyordu. Neyse ki Berkay bunu fark etmiş, ona yardımcı olmayı teklif etmişti.
İrem, her ne kadar baştan geri çevirse de, sonradan dayanamayıp Berkay tarafından kendisine sunulan bu teklifi kabul ederek hem meyve suyunu alabilmiş, hem de evine gidebilmişti.
Berkay'ın sunduğu bu teklif ise, ileride büyük bir aşka dönüşecek olan arkadaşlıklarının ilk adımı olmuştu.

Konak Pier'e vardıklarında, İrem, ister istemez geçmişe kısa süreli de olsa bir dönüş yaptı. Aslında çok uzak bir tarih de sayılmazdı. Bu ilişkiye başlayalı sadece dört yıl olmuştu, ama yine de, İrem'in yüzünü hüzünle karışık garip bir gülümseme kapladı. Berkay da bunu fark etmiş, ama sesini çıkartmamıştı; çünkü, neler düşündüğünü az çok tahmin edebiliyordu. Zaten o da hemen hemen aynı şeyleri hissetmeye başlamıştı.
İçeri girip sağlı sollu mağazaların bulunduğu koridorları geze geze giderlerken bir ayakkabı mağazasının vitrininde duran bir çift kırmızı babet, İrem'in gözüne takıldı.
"Sevgilim!"
"Efendim hayatım?" diyerek cevap verdi Berkay. "Ne oldu?"
"Bir şey göstereceğim de, bakar mısın?"
İrem'in bir ayakkabı mağazasının önünde durduğunu gören Berkay, gelecek olan sorunun nasıl bir şey olabileceğini az çok tahmin edebiliyordu. "Neymiş bakayım göstereceğin o şey?"
"Sence şunlar bana yakışır mı?" diye sordu İrem. Eliyle ikinci sırada duran kırmızı babetleri işaret ediyordu. "Ne düşünüyorsun?"
"Şu kırmızı babetler mi?"
"Evet." diyerek cevap veren İrem, bir Berkay'a, bir de babetlere bakıyordu. "Rengi konusunda emin değilim de, biçimi hoşuma gitti. Bir de senin fikrini alayım dedim."
"Biçimi güzel, düşüncende haklısın, ama rengi siyah olsa daha iyi olmaz mı?"
"Öyle mi düşünüyorsun?"
"Kesinlikle... Mesela şu an üzerinde duran tuniğin altına fazlasıyla yakışırdı. Yanılıyor muyum?"
"Canım benim, haklısın." dedi İrem. Kollarını Berkay'a doladıktan sonra başını da omzuna dayadı. "Zevklerine her zaman güvenmişimdir. Seni çok seviyorum."
"Ben de seni çok seviyorum."

Mağazanın önünden ayrıldıktan sonra yollarına devam edip az ileride bulunan kafeteryaya girdiler.
İrem, eliyle denizin kenarına yakın bir yerde duran masayı işaret ederek "İşte orasıydı..." dedi. "Buraya ilk geldiğimiz zaman da o masada oturmuştuk."
Şanslılardı ki, o an için masada oturan kimse yoktu. Sanki rezervasyon yaptırmışlardı da masa onları bekliyor gibiydi. Bir an evvel gidip oturdular.
İzmir'in Konak meydanına yakın bir yerde bulunan Konak Pier'in bulunduğu yer, başlarda Gümrük Binası olarak kullanıldıktan sonra 1960 yıllarından itibaren Balık Hali olarak kullanılmaya devam edildi. 2003 yılında geçirdiği restorasyon ile 2004 yılında, denizin kenarında, şehrin koşuşturmacasından biraz olsun uzak, bir yandan kafanızı dinleyip, bir yandan da sakin sakin içeceğinizi yudumlayabileceğiniz, aynı zamanda da bir çok giyim, spor, takı ve aksesuar mağazalarının, ayak üstü beslenme salonlarının ve sinema salonlarının bulunduğu harika bir alışveriş merkezine döndürüldü.
İlk çıkmaya başladıkları zamanlarda ise Berkay da İrem'i bu düşünce ile oraya götürmeye karar vermişti. Başbaşa, oldukça hoş vakit geçirebileceklerini düşünmüştü. Nitekim öyle de olmuştu. Birlikte geçirdikleri o gün, hem İrem, hem de Berkay için eşsiz bir gün olarak anılarındaki yerini almış, ikisinin de kalplerinde hoş izler bırakmıştı. Bu nedenle de, anıların bir kez daha tazelenmesi amacı ile ilk durak, Konak Pier olarak seçilmişti. Bir yandan hafif bir esinti, bir yandan da denizin o huzur verici sesi ile anılarını tazelemeye başlamışlardı.
İlişkilerine başladıkları ilk günden itibaren içinde bulundukları ana kadar, İrem'in kendi hayatında yaşadığı çalkantıların dışında, hayatlarında değişen pek bir şey olmamıştı, ama bu kadarı bile yetmişti.
Bu zamana kadar yaşadıklarının bir tesadüf olmadığına inanan İrem, tam kendisini hayatın bir nehir gibi çılgınca akan sularına bırakacaktı ki, gerek içindeki sesin çağrısı, gerekse de Berkay'ın, her ne olursa olsun desteğini esirgemeyeceğiyle ilgili verdiği söz, İrem'e, o karanlık geçmişine bir sünger çekebilmek için güç verdi. Hayatında yepyeni bir sayfa açıp herşeye yeniden başlayabilmek için yaşamına dört elle sarılmaya kararı aldırttı. Hiçbir şey için geç olmadığını, bu genç yaşında bir köşeye çekilip hayatına sayıp sövmek yerine, ayağa kalkıp harekete geçmesi gerektiğini fark etti. Herşeye rağmen hayatını dolu dolu yaşaması gerektiğini anladı; çünkü, ölüm, insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini hakkında ipuçları veriyordu. Sağlığı yerinde olduğu zamanlarda Cemre'nin de İrem'e anlatmaya çalıştığı aynen buydu: "Bu hayata bir defa geliyorsun, sınırlarını mümkün olabildiğince zorlamalısın! Herşeye vakit ayırmaya çalış!"
Havadan sudan başlayan konuşmaları, dönüp dolaşıp yaşadıkları hayatlara, beklentilerine, hayallerine, hayal kırıklıklarına ve en önemlisi, her ne olursa olsun, hayallerinin peşinden koşmaları gerektiğine kadar geldi; çünkü, bu yaşları, en güzel yaşlarıydı. Ne yapabiliyorlarsa, bu zamanlarda yapmalılardı. Yarın bir gün elden ayaktan düştükleri yaşlara geldiklerinde, bu yaşlarına dönüp de "Gücümüz kuvvetimiz yerindeyken keşke gezip tozsaydık!" diyecekleri, boşa geçmiş hayatlar ile yüz yüze kalmayı istemiyorlardı. Öyle görünüyordu ki, Cemre'yi kendilerine örnek almaya devam edebilirlerdi. Hayatın keşfedilmesi gereken devasa bir harita olmadığını hangi insan söyleyebilirdi ki?

Eften püften bir konu ile başladıktan sonra geçmişe bir sünger çekip gelecekteki günlere bakmakla ilgili konuya kadar gelen sohbetleri, deniz kenarındaki boş banklardan birine oturup birbirlerine sarılmalarına rağmen hiçbir şekilde konuşmadan, sadece denizin o huzur veren sesi eşliğinde gecenin geç vakitlerine kadar bir yandan şehrin ışıklarını seyrederken, bir yandan da hayaller alemine dalacakları İnciraltı tarafına geçmek için Konak Pier'den kalkmaları ile noktalandı.

Birazcık yorucu, ama her ikisinin de son derece büyük bir keyif aldığı bu güzel güne, İrem'in evinin önüne gelmeleriyle son noktayı koymuş oldular.
Berkay, yine her zamanki jestini yapabilmek amacıyla arabasından önce indi. Akabinde derhal İrem'in olduğu tarafa dolaşıp kapıyı açarak sevgilisinin de inmesine yardımcı oldu.
"Hayatım boyunca asla unutamayacağım bir günüm daha oldu." dedi İrem. Üstünü başını şöyle bir düzeltmeye çalışırken ağzı yırtılana kadar da esnedikten sonra bitkin, ama memnuniyet dolu bir yüz ifadesiyle Berkay'a bakmaya başladı. "Hadi tutma kendini, söyle... Saçım da zaten dağılmış. Berbat görünüyorum değil mi?"
"Saçmalama!" diyerek İrem'e karşı çıktı Berkay. "Hiç de berbat görünmüyorsun! Son derece büyüleyicisin!"
"Gel de bunu yüzüne anlat..."
" Yüzüme bakma, söylediğime inansan iyi olur."
İrem, içten bir gülümseme ile baktıktan sonra "İnanıyorum sana hayatım." dedi. Bitkin olmasına rağmen Berkay'ına sarılıp onu öpmeyi ihmal etmedi. "Seni çok seviyorum."
"Ben de seni çok seviyorum meleğim." diyerek cevap verdi Berkay. "Şimdi sen doğruca evine gidip iyice dinlen. Ben eve varınca seni ararım."
"Pekala..." dedi İrem. Berkay'ın gözetiminde apartmana girerken son bir öpücük daha atıp "Hadi, artık git." dercesine elini salladı.
Berkay da İrem'in apartmana girişinden sonra arabasına binip apartmanın önünden ayrıldı.